25 Ocak 2010 Pazartesi

Seni hak edecek amelim yok benım;lakın...aşkına dilencıyım YARAB..

Rabbim gerçek manada beni sen sevdin... Niceleri ise sever gibi göründü... Ama daima, kendilerini sevdiler... Çünkü âcizdiler, fâniydiler... Kendilerine bile yetemediler ki, bana yetseler...

Hepsi Sana borçluydu varlığını. Hepsinin bir canı vardı... Ve onlar, kendi canları yanmadıkça, anlayamadılar acıyı... Anlayanlar da zaten, kendilerince bir mânâ çıkardı...

Sen varsın hakkıyla bilen beni... Her şeyimle bilen, her şeyimle seven, bir tek Sen... Sevdiğini biliyorum, zira sevmemiş olsaydın, o kadar kendinle meşgul etmezdin beni. Sevmemiş olsaydın, aratmazdın böylesi...

Sen sevmemiş olsaydın, sevebilir miydim ki Seni?
Sen canımın Cânânı... Sen'in sevginde vefâyı idrak ettim ben... O eşsiz vefâna, karşılık vermekten âciz oldum her zaman... Seni, Senin beni sevdiğin gibi sevmekten âcizim... Zira Sen yaratansın, ya ben? Ben, kul olmayı bile beceremeyen...

Yalnızca Sendeydi tatmin... Sadece Sende. Bir Sen yettin bana... Kimselerle yetinemedim...
Acı çekmeyi sever oldum Senin izninle. Dertlerin içinde gizlenmiş nice derman buldum...

Sevdirdiğince sevdim Seni... Buldurduğunca buldum... Bir Sen varsın Bâkî olan... Geride ne varsa fâni... Bütün varlıkların hepsi fâni... Kimi güzel, kimi çirkin, kimi vasat, ama işte her biri fâni... Dallardaki çiçekler, göklerdeki bulutlar, çöller, pınarlar hep fâni... Seraplar ve gölgeler fâni...

Çöllerde kalmayı sevdim Seninle... Yalnızdım, kalabalıklar içinde... Her şeyde Senin sanatını görmeyi sevdim ben... Herkeste Senden bir tecelli bulmayı sevdim... Yıldızlarda nûrunu, güneşte nârını, ateşte hârını bulmayı sevdim.

Hiçbir şeye muhtaç olmayışını sevdim ben. Azîz oluşunu, Kâdir-i mutlak oluşunu sevdim. Settâr oluşunu sevdim. Öylesine güzel bir sırdaştın ki Sen, kimselere bir sırrımı vermedin. Günahıma rağmen yücelttin beni. Şeref ikram ettin. Ekrem-ül ekremînsin...

Kulunu sevmeni sevdim. Ey Rabbim! Ben unuttum, unutmadın. Ben, adını anmadım, yine de bırakmadın. Yüceler yücesi aşkına karşılık vermek varken, Seni bırakıp başkalarına yandım... Yine de vazgeçmedin benden.

Sevdin beni, oysa, ben Sana kul bile olamadım. Nankörlük ettim. Yine de nimetlerini esirgemedin.
Şikayet eden, sızlanan, dert yanan hep ben oldum. Sen, sabrettin. Sen sevdin beni... Bense vefâsız bir sevgiliydim. Kıymetini bilemedim.

Şimdi, cemâlinin hasretiyle yanıyorum. Ve Senin muhabbetin fâni hazları benden yok etti. O kadar ki, güneşin kavurucu sıcağında da, serinleten rüzgarda da, Senin hasretin içindeyim.

Senin sadece sanatını seyretmek yetmiyor artık! Şahdamarımdan daha yakın olmanı sevdim. Ama bu bile yetmedi bana. Korkuyorum perdeler arkasında kalmaktan. Korkuyorum, başkalarına görünüp de beni mahrum koymandan. Cemâlin... Tüm derdim bu ey Rabbim!
Cemâlin tüm derdim bu ey Rabbim.

Dayanamam Mevlâm! Ne olur Sensiz bırakma beni! Biliyorum ki, ne yaparsam yapayım, cemâlini hak edecek bir sermaye biriktiremem.
Seni hak edecek gücüm yok benim. Seni hak edecek amelim yok. Hiçbir şeyim yok ey en Güzel!

Ellerim bomboş. Üstelik günah kirleriyle lekeliyim. Bembeyaz gelemiyorum Sana... Yarattığın gibi tertemiz değilim. Dünya kirletti beni, nefsim aldattı. Şeytana kandım. Müflisim. Vallahi hiçbir şeyim yok!

Duyduğum iştiyakın sebebi, yine Sensin. Sensin her yanımda... Sensin varlığım... Zenginliğim Sensin... Tüm sefilliğime rağmen yine de Seni isteyişim, sırlarındandır.
Bilmiyorum, bilen Sensin. Ve eğer, murâdıma, maksûduma, matlûbuma, yani Sana, yani Senin Cemaline kavuşursam bir gün, bu da sadece Senin merhametin.

Sermayem yok Sevgili! Tüm sermayem, rahmetin... Lokmanın bile derman olamayacağı derdimin, dermanısın Sen!
Yârsın!
Cansın!
Şifâsın!
Lokmanda değil ey Yâr, Sendedir benim devâm!
Sana kavuşmadıkça, huzur da bana haram!
Sermayem rahmetin, ilâcım Cemâlindir,
vesselâm!

Hiçbir şey yoktu, yalnız Sen vardın. Hiçbir şey yoktu, aşkın vardı. Aşkını izhâr ettin, yarattın bizi. Muhabbet ettin, yarattın beni…
Vahdaniyetinin tecellîsiyle bütün kalplere bir katre aşk iksiri serptin. Ehadiyetinin tecellisiyle bütün kalpler Sana âşık…

Bildim, seven sendin beni!.. Bütün varlıklarda yansıyan güneş gibi, sevgisiyle saran Sendin beni… Annemin merhamet yüklü sesi, yüreğini yüreğimin üstüne koyan dostun merhabası, başımı okşayan Peygamber eli, hâtırasıyla hüznümü alan sevgilinin sohbeti… bildim hep Sendendi.

Sevdin, sonra kopmaz bir zincirle kendine çektin. Zincirin her bir halkası, Senden tecellîlerdi.
Aşkına âşık olduğum Mecnûn “Sen”din. Aynalarda seyrettiğim Yûsuf, “Sen”!..

Sonsuz siyah güller, lâcivert akşamların iğde kokusu, hüzün yüklü sonbahar, yağmurun toprağa dokunuşu, bir gül renginde eriyen akşamlar, Dost'un yüzü, sevdiğim ne varsa, hep “Sen”dendi.
“Tecellî, tecellî edeni gösterir.” (a.g.e., Hazret-i Mevlânâ)
Sûretlerde nihân olan Sevgili, ey Sevgili!..

Yetimler Yetîmi'ne «vedduhâ» sırrıyla tecellî ederken, O'nu tek olana, “bir olan”a çekiyordun. Başka bütün kapıları kapatırken, hep açık olan kapına çağırıyordun.
Bildim, kalbimdeki her bir muhabbet tecellisiyle beni de kendine çekiyorsun. Çekiyorsun ve bırakıyorsun. Bırakıyorsun ki, kanayayım; zayıf yanlarımı tanıyayım. Seni bulayım.

Sonra yine çekiyorsun. Bu, hüzünlü bir şehrâyîn. Bu, bitimsiz bir med-cezir. Bu, içimdeki Mûsâ'yla Firavun savaşı; sulhü yok!..
Sevgili, en Sevgili!..

Sûretlerden geçerek, Sana erdir beni!.. Merhametinle arındır, kalbimi!...

selam ve dua ıle..

ALINTI

18 Ocak 2010 Pazartesi

Sabret gönül..yol çok uzun değil.. Az kaldı


Ey gönül;
Hayat süprizlerle doludur.Kimi zaman saadeti kaybetmenin hasretiyle kavrulurken,kimi
zamanda ummadığın bir saadetin tebessümüyle sürur bulursun.Çektiğin ıztırablar elemler
tarifsiz kederlere sabretmenin ateşiyle pişer,bir zaman sonra o ateşte lezzet bulursun.

Bu yüzden ey gönül ateşten korkma.Sabrın sineleri yakan o lahuti ateşte piş ki lezzet bulasın.
İşte ey gönül çoğu bela ve musibetlerin değişmez kaderimiz olması,bütün çabalarımıza rağmen
açlığın fakirliğin korku ve endişelerin içinde sabra mahkum edilişimiz hep bundan.
Güneş yakacak,meyveler sabırla olgunlaşacak.

Tohum toprağın derinliklerinde sabra nahkum;sen dünya denen şu çileler,elemler,
ayrılıklar,hasretler yurdunda...Tohum,bir müddet toprağın karanlıklarında kalmaya tahammül edecek.
Çürüyecek,çürürken canını toprağa katarken sabredecek,sabrın acısına katlanacak,sonra
filiz verecek hasretini çektiği gün ışığına kavuşacak.Yapraklarıyla gözleri okşarken gölgesinde canlar
ferahlık bulacak,meyveleriyle ziyafetler sunacak.

SENDE ÖYLE OL GÖNÜL...
Sen de korkunun endişenin elemlerin zindanında kalmaya tahammül et.
Acılara katlanmanın nice nimetlere hasret yaşamanın ateşinde pişecek,lezzet bulacaksın.
Hayat bulmak,hayat vermek için..Ey gönül,acılara sabret.Çünki onlar seni kahretmek
için değil;sınamak,terbiye etmek,kemale erdirmek için gelirler.Hem de geçicidirler,ebediyyen kalmayacaklar.

İMANA VE ÜMİDE SARIL EY GÖNÜL...
Bil ki hiçbir gece ebedi değildir,her karanlığın sonunda bir fecir saklı.
Alemlerin Rabbine, kalbin sahibine kulak ver.Sabrı öğren,gayesini anla. Kulak ver o sese :

"Biz sizi biraz korku biraz açlık ve mallardan,canlardan biraz eksiltmekle deneriz.sabredenleri müjdele"
Bakara155 "

Şimdi sabret.O müjdeyle can bul.Sus ve dinle EY GÖNÜL... Bil ki hayat seni her zaman bahar
serinliğinde karşılamaz.Kimi zaman kurak bir yaz,kimi zaman kara bir kış olur.İncinirsin acı çekersin,
dişlerini sıkarsın,gözlerin yaşarır.Ne olur gözlerin yaşarsa da dilin ancak Rabbnin razı olduğu sözü söylesin.
Bu yaşlara katlanmayı bil ey gönül,varacağın menzil hatırına.

Bilirim şu dünyada bütün kederler sana doğru gelip sende karar kılmak isterler.Sanki hep sen de
barınmak ister.Düşün ey gönlüm onları sana yönelteni düşün...bu kudsi çileleri bir misafir olarak ağırla.
Müminlerin o sözüne bütün ruhunla katıl:"Onlar ki ..Onlara bir musibet isabet ettiğinde şöyle derler..

Biz Allah'a aidiz ve elbette sonunda Ona döneceğiz
"Bakara 156"

Eğer iman eder salih ameller işer, bunlarda sabır ve sebat gösterirsen;senin de sabrının sonu asla hüsran olmayacaktır.Rabbinin şu vaadi haktır:

"Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır.Ancak iman edip salih ameller işleyenler,
birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.."
Asr suresi"

Kainat sana gıpta ediyor biliyormusun.Sen muhabbet şarabından bir yudum içtikçe,
alemler kendinden geçiyor. O muhabbeti muhafaza etmeye sabret gönül.
Dikkatle bakarsan görürsün ki şükrün sinesinde bile sabır saklıdır.Sabrın zıddı da aceledir.
Acelenin meyvesi ise üzüntüdür. Öyleyse çabalarının mükafatını beklerken ne olur acele etme.
Sabrın özündeki tevekkülü gör her şeyin sahibine dayanmayı öğren.

EVET,SABIR ACIDIR EY GÖNÜL...
Bunu en iyi bilen de sensin.Gelecekten ümidi olmayan bir yürekbu acıya tahammül edemez.
Hangi ümit diye sorma.bütün ümitler İMANINDA saklı.İmanın var demek ki ümidin var.
Şimdi sus gönlüm ve sabret...

Sen ki narin kanatlı bir kelebeksin. İlahi takdirin imtihanını minicik gövdende bulmuşsun.
İlahi mukadderatın göklerinden gelen kaza oklarına hedefsin.Göklerin ve yerin yüklenmekten
sakındığı EMANET omuzlarında.Bazen belin bükülecek dizlerin dermansız kalacak.Ama sakın
sabrın tükenmesin ey gönül,ruhunu ebediyete taşıyorsun.

Sabret gönül...şurada karşı kıyıya ne kaldı?bu dünya zindanına muvakkaten mahkumsun,
şükret ki müebbeden değil...


alinti

5 Ocak 2010 Salı

Bütün Dünya Benim Olsa Gamım Bitmez Nedendir?

Bütün Dünya Benim Olsa Gamım Bitmez Nedendir?

DELİKLİ kalburda su durmaz… Hayatımız delikli bir kalbur, bir süzgeç gibi… Süzüp de geçmeliyiz. Güzel şeyler kalmalı geride, elimizde… Tozundan, tortusundan arındırmalı hayatı, saflaştırmalı. Kolay mı bu? Elbette değil. Ama niçin buradayız, niçin yaşıyoruz? Başka çıkar yol ya da başka çare var mı? “Ya çaresizsiniz, ya çare sizsiniz.”
Önümüze sunulan nimetlerden sadece burası için değil, öterlerde de istifade edecek yolları aramalı, bulmalıyız. Hayat bir defa… Elden gitti mi telafisi yok… Hayatı hayat eden, nimeti nimet eden de bu değil mi? Öldükten sonra beden burada kalıyor. Bedenin faydalandığı her şey de burada kalıyor. Ama ruhumuz ebedî. Onun tattığı zevkler, aldığı hazlar, lezzetler ebedî. Dünyada sahip olduğu nimetlerin kadrini kıymetini bilmeli insan. Sadece bedenini değil, ruhunu da beslemeli. Ruhun gıdası ise, o nimetlerin arkasında, Yüce Yaratanın isimlerini, onları niçin yarattığının hikmetini görmesi, düşünmesi. Bizi diğer canlılardan ayıran da; bu yanımız, bu özelliğimiz değil mi zaten. Yediğimiz bir üzümün eğer bağını sormayacaksak, haram mı helal mi diye sorgulamayacaksak, önümüze koyanın kim olduğunu düşünmeyeceksek, diğer varlıklardan farkımız nedir ki?

Yemek yutmak değil, ağzı olup tatmak değil iş. Rahman namına almak, O’nun adıyla başlamak her nimete. O’nun namına vermek, sonunda da her şey için şükran dolu bir kalple Rabbine şükretmek yakışıyor insana. Görevi bu. Bu hayatın değeri hayatın kendisinden değil, hayatı hayat eden kıymet, O’nu verenden geliyor.
Dalgalar sahile vurup; “ben de varım” derler. Deniz; “haddini bil, sesin bendendir” der. Hayatı, hayatı verenden, hayatı yaratandan ayrı düşünemeyiz. O’ndan uzak bir hayat boşluğa, uçuruma bakan gözlerdir.

Düşer de düşer en sefil noktaya kadar. Bu düşüşümüze sevinen sadece şeytandır. Her türlü ayartmalarına karşı yine bizi onun şerrinden kurtaracak olan Rahman’dır, Allah’tır. Hepimiz, herkes hayattan bir şeyler bekliyoruz. Ama hayatı veren bizden bu hayat için ne bekliyor, ne istiyor ya da ölümün hayattan beklediği ne? Bu sorulara cevap bulmalıyız. Niçin buradayız ki? Niçin yaşıyoruz, neden hayattayız? Bu soruları sormalıyız. Sormakla kalmamalı cevaplarını da aramalıyız. Kapımızı çalan her zevke, her lezzete parolayı, yani helal midir haram mıdır diye sormadan açmamalıyız. Sonradan başımıza ne işler açacağını bilmediğimiz davetsiz misafirleri içeriye almamalıyız. Ruhumuzu azaba sokmamalıyız.

Hz. Peygamber “Elinde fazladan bir kap yemeği yarına artan zengindir” diyor. Fakirlik ve zenginlik kavramına apayrı bir bakış açısı sunuyor.

Evet, en fakir insanın bile yüzlerce nimetin içinde yüzdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Sahip olduğumuz nimetleri saymaya kalksak saatler sürer. Nimetler kimin, gönderen kim? Bu nimetleri gerçekten nimet eden ne? Evet, nimeti nimet eden, onu kıymetlendiren o nimetin sahibi, Münim-i Hakiki olan Allah, vicdanımızın en ince yerlerine dokunduruyor, hissettiriyor hep: “Bu nimetlerin hiçbirini sen yapamazsın, sen yaratamazsın. Hava, toprak, su benim, güneş de benim. Gördüğün, baktığın, tattığın her nimet hep benim. Takdirini, şükrünü bekliyorum” diye sesleniyor içimizden.

Vicdanın kulağı açıksa duyar bu sesi. Bazen oluyor duymuyoruz. Gaflete dalıyoruz. Sonra sahipsizmiş gibi zannedip Allah’ın nimetlerini üst üste yığıp koyuyoruz bir kenara. Sahibi olmakla övünüyoruz. Sonra da ölüp gidiyoruz bu dünyadan, herkesin ölüp gittiği gibi. Mülk O’nun, dünya O’nun, nimetler O’nun. Ölen hiçkimse hiçbir şey götüremiyor ki buradan. Üzerimizde götürdüğümüz tek şey bir kefen. O da toprakta çürüyor zaten. Sadece yaptıklarımız yanımıza kâr kalıyor, ruhumuza arkadaş oluyor. Güzel ya da çirkin işler… Her ne ise işte onlar peşimizden geliyor, onlar bizi takip ediyor.

Allah bize bu dünyayı oyalanalım diye yaratmamış. Dünyadan maksat bu dünyanın ötesi, hayattan gaye bu hayatın ötesi, nimetten gaye, tattan, lezzetten gaye onu vereni yaratanı hatırlamak. O’nu bilmek, hakkıyla o nimetin Sahibine şükredebilmek. Biz burada Rahman’ın misafiriyiz. Nasibin bir ya da bin lokma farketmez. Öyle diyor Hz. Peygamber “İnsanoğlu benim benim der durur. Bu dünyada yediğinden, içtiğinden, giydiğinden başka ne onundur?” Burada kalıp götüremedikten sonra hangi nimet bizim olabilir ki? Burada kalan, ötede ise hesabı verilen nimet, ne kötü bir nimet…

Hz Peygamber: “Ölenin ardından melekler ‘ne getirdi’ der, geride kalan mirasçıları ise ‘ne bıraktı’ der,” diyor. İyisi mi sen, Bediüzzaman’ın dediği gibi; “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, bu fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!”

Sonsuza odaklanmış, ebediyeti, cenneti isteyen bir kalbin ihtiyacını, bu dünya ebediyen tatmin etmeyecektir, edemez de. Dünyanın tabiatında bu yönümüzü tatmin edecek bir özellik yok. Ötelerin ötesi sırat bineği, kabir nuru ve azığı, ne varsa korkulu hallere kalkan olacak işler hepsi buradan götürülecek, burada kazanılacak. Hayatın özünü, ruhunu yakalamak, gamın kederin üstesinden gelecek tek çare bu. Midemiz doysa da gözümüz doymuyor. Böyle iştahlı bir nefse sahibiz işte. Onun için bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir diyor. Derd keder bu işte.

Ey nurların nuru olan Allah’ım. Ey bu yerlerin Hâkimi. Senin bahtına düştüm, Sana dehalet ediyorum, Senin rızanı istiyorum. Sahteliklerin, aldanışların kapılarına uğratma yolumu. Aldatanların izinden yürütme ayağımı, tozlatma yüreğimi. Bu yol tehlikeli, bu yolun çıkışı yok. Adınla, isminle yolunda yürüt. Ömrümü bu yolda büyüt, bu yolda çürüt.

Allah’ım, kalbim işte o zaman rahatlıyor, bu duayı ettiğimde içim huzur buluyor. Sana gerçekten kul olduğum an, içim içime sığmıyor. Yunus’un dediği gibi:
“Al gider benden benliği Doldur içime Senliği”

O zaman işte Senin mülkün olan dünya benim mülküm gibi oluyor Allah’ım. O zaman işte gamım, kederim kalmıyor. Bütün dünya benim olsa bile gam ve keder vermiyor. Mülkü Senin bilmek, sahibine teslim etmek, haddimi bilmek yakışıyor bana, yakışıyor nefsime. Mülk Senindir Allah’ım. Hüküm Senindir, ferman Senindir. Benim bu dünyadan istifadem Senin lûtfettiğin, ikram ettiğin kadardır. Aldığım nefes belli, midemdeki yer belli. Ne yiyebilir, ne alabilirim ki oraya? Sonsuz nimetlerinden ne kadarını koyabilirim ki içime?
“Ya Rab! Şu Resul-i Ekrem aleyhisselatü vesselamın bereketi hürmetine bizlere ihsan etmiş olduğun maddi ve manevi rızkımıza bereket ihsan eyle.”

Evet, insan aldanıyor. Günahlar zehirli bir bala benziyor. Tatlı ama içine zehir katılmış. Cazibesi yok değil. Balın lezzeti damakta hissedilse de içindeki zehrinin acısından midemiz kıvranıyor sonunda. Sıkıntı bu işte, keder bu, dert bu. Allah’ım, Senin dünyanda Senin iznin ile yaşamayı, tatmayı, tatlanmayı nasip et. Haram yiyenin karnı doymaz ki Allah’ım. Hırsızın şükrü olur mu, çalan adam şükretmez ki. Senin nimetlerini Senden izinsiz yiyenin durumu bundan pek farklı mı sanki?

Helalin kırıntısı bile haramın sofralar dolusu lokmasından lezzetlidir, güzeldir.

Dil Senin, damak Senin, akıl Senin, mide Senin, şuur Senin, her şey Senin, Senin Allah’ım. Bu dünyada imtihanımız bu. Bu duygular da Senin. Bu duygularla Senin olan nimetleri Senin adın ile anıp, bismillah deyip başlamayı, Senin gönderdiğini düşünüp, şükredip, Senden bilip, hamd etmeyi nasip et.

Gaflette geçmiş günlerimi, helal haram bilmeden yediklerimi affet. Şükürle, besmele ile başlayıp, şükürle yediğimiz nimetler için sonsuza kadar Elhamdülillah.

Bütün güzellikleri hiç yoktan önüme seren, sermekle kalmayıp zenginliğini, cömertliğini gösteren, neden hoşlandığımı bilen, her bir nimetin en ince ayarını gören, gözeten, sesleri, renkleri, her şeyi benim için bana göre düzenleyen Allah’ım. Senin huzurunda, Senin dünyana, Senden habersiz el uzatmamdaki kusurumdan, cehlimden, hicabımdan Sana sığınıyorum. Bu büyük hatamın telafisi için kendim ve tüm insanlar adına Senden af dileniyorum.
Hata bizden, af Senden. Senin affın her zaman geçerli. Biliyorum bütün dünya benim olsa, öte dünya benim olmayınca gamım kederim geçmeyecek, biliyorum. Bile bile aldanıyorum, bile bile kapılıyorum. Tek şansım var biricik sığınağım var. O da Sensin, Rahmansın, Rabbimsin. Sonsuz af ve merhamet sahibisin. Ben kendime Senin kadar merhametli değilim, hiç kimseye karşı da değilim. Hiç kimse Senin kadar yarattıklarına merhametli olamaz. Çünkü Sen erhamürrahiminsin.

22 Aralık 2009 Salı

Her Zorluğun Yanında Bir Kolaylık Muhakkak var


****Her Zorluğun Yanında Bir Kolaylık Muhakkak var***

“Rabbin sana ne darıldı, ne de seni bıraktı.” (DUHA-3) Bu ayet beni çok etkiliyor..

Diyelim başınıza istemediğiniz bir olay geldi..Yıkık, perişansınız.. Kimse ile görüşmek istemiyorsunuz. Çoğunluk size küsmüş gibi. Yalnızsınız.

“Herkes benden uzak, herkes bana kırgın” düşüncesi içinde çöküntü yaşıyorsunuz. Yalnızlığınızın karanlık mağarasına şu ayet bir güneş gibi doğuyor:

“Rabbin sana ne darıldı, ne de seni bıraktı” (Duha-3)

Kim kırılırsa kırılsın, kim darılırsa darılsın, kim terk ederse etsin. Rabbim terk etmiyor, kırılmıyor ya.. ne gam! .. Bu ne büyük ferahlık değil mi?..

Başınızda ağır bir dert var. Sanki hiç bitmeyecek gibi geliyor. Sanki bu sorun hayatınızın sonunu hazırlıyor gibi. İşte o an ayet yetişiyor imdada:
“Demek ki, zorluğun yanında bir kolaylık mutlaka var! Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak var! ” (İnşirah-5/6)

Garantiyi veren Allah! . Hem de ne garanti, her zorlukla beraber bir de kolaylık geleceği “mutlaka” ifadesi ile pekiştirilip ikna olalım diye iki kere tekrarlanıyor.

Ayet; kolaylığın zorluk içinde saklı olduğunu, çözümün sorunda gizli olduğunu da fısıldıyor. Bu manayı duymuş olan Niyazi Mısri(k.s) şöyle demiş:

“Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş”

Yakup, oğlu Yusuf’u yitireli 40 yıl olmuş. Bedeni bu ıstıraba dayanamamış da gözleri kör olmuş. Ama hala ümit içinde evladını bekliyor. Kardeşler Mısır’dan kervanla dönünce: “Kervanda Yusuf kokusu alıyorum” demiş Yakup.

Oğulları acı acı gülerek: “Baba, 40 yıl geçti, hala mı ümit, hala mı Yusuf? . Geç bunları geç” demişler. Yakup’un cevabı ümit dolu: “Allah ın rahmetinden ümit kesmeyiniz"..

İçinde bulunduğunuz çukurdan çıkamayacak gibi hissediyorsanuz kendinizi. İşte hem teselli hem ümit size:

“Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Zümer-53)

Maddi sıkıntınız hat safhada.. Yoksul düştüğünüzü hissediyorsunuz. İflas ettiniz.. Sıfırı tükettiniz yani. Nasıl ayağa kalkarım düşüncesi içinde boğulurken ayet size yeni bir ümitveriyor:

“Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah dilerse lütfuyla sizi zengin kılar. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe-28 )

Bir yakınınız ölümcül hastalıkla yatağa düştü... Doktorlar fazlaca ümit vermiyorlar. Çoğu kere Onu nasıl teselli edeceğinizi dahi bilemiyorsunuz. Gerçek ortada iken moral vermeye çalışmak sanki sahte davranmak gibi geliyor size. Ciddi bir delil olmalı ki hastanıza siz de inanarak moral verebilesiniz. Eyyub Nebi var Kur’an’da... Hastalıkların, dertlerin en ağırına müptela olmuş ama sıhhate kavuşmuş. Onun hali size dayanak oluyor:

“Kulumuz Eyyub u da an, o zaman Rabbine şöyle nida etmişti: “Bak bana, meşekkat ve acı ile şeytan dokundu! Ve ona, bütün ailesini ve beraberlerinde bir misli daha tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik ki, temiz akıllılar için bir ibret olsun. (Sa’d-41/43)

Olayları, gelişmeleri yorumlamakta, tavır belirlemekte zorlanıyorsunuz. Bazen her şey lehinize giderken, bazı dönemlerde de yığınla aleyhinize gelişmeler oluyor. Aslında Allah Sisteminde lehte yada aleyhte düzenlemeler söz konusu değil. Sadece olması gereken; olması
gerektiği en uygun vakitte gelişiyor. Ama yine de bazı şeyleri yediremiyorsunuz kendinize. Bir tutamak arıyorsunuz. Ayet el veriyor size:

“Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa o, hakkınızda hayırlıdır. Olur ki, siz bir şeyi seversiniz; ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara-216)

Rabbimiz ALLAH (c.c.).. Rasülümüz HZ. MUHAMMED (s.a.v).. Kitabımız KUR’AN.. Yolumuz SIRAT-I MÜSTAKİM... Bizden bahtiyarı yok dünyada! .. Her ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın zafer ve başarı bizim. Bunu da kafadan söylemiyoruz, Kur’an konuşuyor:

“Vel Akıbetü lil Müttakin” (Kasas-83) yani : “Akıbet(hayırlı son, güzel sonuç) Müttakiler (takvayı kuşananlar,korunanlar, inanca sarılanlar) içindir!.

ALINTI
selam ve dua ıle...

Eğer bir gün dünyaya ait çok büyük bir derdin olursa
Rabbine dönüp:
“Benim çok büyük bir derdim var”
deme!
Derdine dönüp:
“Benim çok büyük bir Rabbim var”
de!

12 Aralık 2009 Cumartesi

Ruhumuzla Buluşmak

Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.


Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyor ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar.


Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor; “hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? “


Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; “çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetismesini bekledik...”


Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığımızı, niye mutlu olmayı beceremediğimizi, niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve “niye” ile başlayan daha bir dolu sorunun cevabını açıkça veriyor İnkalar’ın yaşlı torunu.


Çünkü bu aptal hayat içinde o kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kaldı, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile hatırlayamıyoruz. Çocuğunu kaybeden annelerin çılgınlığında bir sağa bir sola saldırıyoruz hepimiz, ama bir farkla, biz neyi aradığımızı bile bilmiyoruz... Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor. Sanıyoruz ki cok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.


Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi? Çevremiz de kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hic kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur. Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki?


Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden icimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz. İşte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp,çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz... Gerçekte hIz çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe , ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük. Sevmeye bile vaktimiz yok bizim. Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor. İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte!


Bence doğanın kara bir laneti bu. Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor. Milan Kundera “yavaşlık” adlı kitabında; ”yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur” diyor.


Telefon hızlılık mesela, konusulanları, söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır. Ben kendi adıma her zaman yavaşlıktan yanayım. Mesela uçaklardan hiç hoşlanmam, yeni bir şehre, yeni bir iklime hazırlanmaya, hatta hayal kurmaya bile vakit bırakmıyor bana ”Küt” diye başka bir hayatın içine giriveriyorum. Ve en kötüsü de dönüşler, daha ayrılığın hüznünü bile yaşamadan İstanbul’da olmak sahiden de cok tatsız. Tabii ki ruhumun beni terk edip oralarda kalması da cok normal. Oysa trenler karanlık geceyi yırtan keskin düdüğü, uykuda olanlara yolculuk düşleri gösteren kara trenler... Dağları bölen, nehirlerle yarışan, köprülerden geçen, agaçları selamlayan, cocuklara el sallayan, güne bakanlara göz süzen, geçmişin hüznünü, geleceğin umudunu yaşatan, yolcularına yepyeni dostluklar hazırlayan kara trenler var bir de.


Uçak değil, tren olmak istiyorum. Böylece ruhum benden hiç ayrılmaz. Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık. Aceleye ne gerek var?


Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş...
Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, basarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...



Can DÜNDAR

7 Aralık 2009 Pazartesi

Dört MuM.. Umutsuzlara...

bugün bir hüzündür yayılmış bloglara öyle gördüm.. rüzgar güzel esmiyor desenize.. Bulutlar da küsmüş... güneş desen ha küstü ha küsecek ...



yok yok olmaz öyle şey.. Gökyüzü sitemkar olacak şimdi.. almayın mavisini umutlarını..

dertler sıkıntılar üzüntüleer ... hepsi bizim için... mutluluk ve rahatlığın olduğu kadar..

Akıntıya mı bıraktık kendimizi nedir.. Sürüklenip gidicekmiyiz öyle mecburi..

hayııııııır... Akıntıya karşı ilerleyelim hep birlikte.. hadi verin ellerinizi! birleştirelim öyle ilerleyelim..

kim durabilir kim engel olabilir ki bize biz istersek eğer...



şimdi herkese bir kutu dolusu "UMUT" gönderiyorum... Açılmamış daha... Açın yüreğinizi izin verin de girsinler içeri...



sanırım şu yazı buraya cuk oturacaktır.. buyrun okuyalım hepbirlikte..



DÖRT MUM

Dört mum yavaşca yanıyordu. Ortam çok sessizdi ve konuşmaları duyuluyordu

İlk Mum konuştu; Ben ´BARIŞIM´ dedi
Hiç kimse benim yanık kalmamı istemiyor biliyorum ki söneceğim dedi.
Kısa süre sonra alevi azaldı yavaşca söndü.

ikinici Mum konuştu; Ben İNANCIM dedi
Neredeyse herkes, beni artık gerekli görmüyor.
O nedenle artık bana gerek yok dedi ve konuşmasını bitirdi
Alevi azaldı ve söndü

üçüncü Mum konuştu ; ben SEVGİYİM dedi
yanık kalmam için artık gücüm yok insanlar beni bir kenara bıraktı ve önemimi anlamadı kendilerine en yakın olanları bile sevmeyi unuttular dedi
Alevi azaldı ve söndü

Ansızın bir çocuk odaya girdi ve üç mumun yanmadığını gördü.
“NEDEN YANMIYORSUNUZ SİZİN SONUNA KADAR YANMANIZ GEREKİR”
dedi ve ağlamaya başladı

dördüncü Mum çocuğa döndü ve ;
“KORKMA BEN HALA YANIYORUM DİĞER MUMLARI YENİDEN YAKABİLİRİZ”
ben UMUDUM dedi.

Parlayan gözlerle çocuk umut adlı mumu aldı ve diğer mumları tekrar yaktı.

“UMUDUN ALEVİ YAŞAMINIZDAN HİÇ EKSİK OLMASIN”

ve böylece hepimiz UMUDU, BARIŞI, SEVGİYİ ve İNANCI sürdürebilelim…



alıntı

Elinde birikmiş duaların varsa ...

Bir kutsal emanettir hayat dediğin.
Seni beklemeden sonsuza akar. Mühlet biter ve başlar yolculuk. Dünya ki bir sihirli kuyu. En kuytusunda bir damla olsan da bütün yollar ölüme akar. Kaçmak mümkün değil, ertelemek imkansız. Kader denen nazlı peri her an yanıbaşında hissettirmeden. Sözün bittiği yerde başlayan bir iç çekiştir bu. Duyguların kendinden geçtiği, gönül diyarının bitap düştüğü nokta... Ötelerin ötesi. Göklerden gelen davet, gideceğin tek adrestir aslında. Günler döner, mevsimler değişir. Sen ise bir mevsimlik kuş misali uçarsın hicret zamanı geldiğinde...
Bir kutsal emanettir hayat dediğin.
Elinde birikmiş duaların varsa eğer...
Gurupta tezahür eden ihtişamın efsunuyla kendinden geçersin.

Bir kutsal emanettir hayat dediğin.
Elinde birikmiş duaların varsa eğer...
Alnındaki secde çiçeklerini toplayıp öyle gidersin. Sonra, göklere yolladığın duaların yağmur misali dökülür göklerden rahmet olup. Tüm basamakları bir secde hızıyla geçip ulaşırsın en sevgiliye. Bir vuslat sevinci sarar ruhunu. Göklerin fevkindeki hislerin yağar üstüne. Benliğinin esrarı çözülür ve ten kafesi göçer gider yurduna. Tüm hüzzam ağıtlar seni söyler sonra. Merhametin senden fazlaysa ve heybende sevgi doluysa..
Elinde birikmiş duaların varsa, vicdanının ayak sesleri götürür seni...
Gurupta tezahür eden ihtişamın efsunuyla kendinden geçersin.
Ve...
Mevsimlik bir kuş misali uçarsın hicret zamanı geldiğinde.

Elinde birikmiş duaların varsa ...
En derin uykular örtüsünü dünyanın üzerine yaydığı zaman, bir sükunet yayılır ruhuna... İşte tam zamanıdır artık gerçeğe uyanmanın. Sıra dağlarla çevrili hayatta kendi dağını aşma gayretin şaha kalkar... Gayret atın tırıstadır.
Bu devir başka bir devir. Tefsiri mümkün olmayan hisler sarmış insanlığı. İnsan insanın kurdu. Değerlerin içi büyük bir çukur. Düşmüşüz en derin hiçliğe. En mutena duygular aleni, serkeş. En kadim dostluklar kin kuşanıyor. İnsanın bir yüzü gördüğümüz. Birkaç yüzü var görmediğimiz. En savunmasız olduğun anda, bir nisan akşamında meçhul iklimlere yol aldığımız, sırlı dikenli yollar karşılar seni... Yorulur tükenirsin. Uzaktaki ölüm meleği yaklaşır, yakınlaşır. Kendini bırakırsın sonsuzluğun kollarına.
Elinde birikmiş duaların varsa ...
Hicret zamanı geldiğinde...

Elinde birikmiş duaların varsa ...
Alnındaki secde çiçeklerini topla ve dağıt vadisi çiçeksiz gönüllere. Kışta kalmış yüreklere bahar ol. Kar ol, karı erimiş dağlara.
Yorgun bulutların yağamadığı yağmur ol, kurak gönüllere. Billur ırmakların testisi ol suya hasret dudaklara. Bir mevsimlik menekşe gibi düşme toprağın bağrına. Sonsuzluğa ayarlanmış yüreğini bile. Göklerin saramadığı, zirvelerin ulaşamadığı en ıssız gönüllerin Kehkeşanı ol. Eyüpün sabrına eş olsun tahammülün. Her durağın ötesinde başka durak ol yolcusunu bekleyen... Merhametin senden önce yürüsün yollarda.
Elinde birikmiş duaların varsa eğer...
Bırak yüreğin bir secde hızıyla vuslata ersin.
Gurupta tezahür eden ihtişamın efsunuyla kendinden geçsin.

Elinde birikmiş duaların varsa eğer...
Vicdanının ayak seslerini hala duyuyorsan...
Güvercin gibi gelen baharların ardından, gelen bir acı tufan gibidir ölüm insan nefsine... Bir anda çıkıp gelir sonsuz yolculuk. Söz bitmiş,vakit tamamdır. Yüreğin karanlık bir geceyi ağırlasa da kanat çırptığında göklere, ışıkla dolacak odanın içi. Heyben doluysa, elinde ve dudaklarında duaların izi kalmışsa, vicdanın uyanıksa, ve alnında secde çiçekleri açmışsa... Koşar adım gidersin.
Bir kutsal emanettir hayat dediğin.
Seni beklemeden sonsuza akar. Ötelerin ötesi bekler seni. Geldiğin noktaya varır yolun. Gidersin kimselere sormadan, haber vermeden. Ansızın durur hayat. Biter fasl-ı bahar.
Göklerden gelen bu davet, aklın hesaplarının bittiği, bir çağ yenilgisidir aslında...
Koşar adım gidersin.
Elinde birikmiş duaların varsa.
Ve... Merhametin senden fazlaysa