22 Kasım 2008 Cumartesi

İnsan VAV Şeklinde Doğar



İnsan VAV şeklinde doğar, Bir ara doğrulunca kendini ELİF
İnsan VAV şeklinde doğar, Bir ara doğrulunca kendini ELİF sanır
İnsan iki büklüm yaşar, oysa en doğru olduğu gün ölmüştür.
Kulluğun manası VAV'dadır, ELİF uluhiyetin ve ehadiyetin simgesidir.
O yüzden Lafz-ı ilahi ELİF'le başlar. ELİF kainatın anahtarıdır, VAV kainattır.
Rabbi VAV gibi mütevazi olsun ister kulları.
Musa dal olmuştur ama Firavunun gözü ELİF'te kalmıştır.
İbrahim ateşte VAV'dır, Nemrut bizzat ateşe odun.
Yunus, VAV olup balığın karnında anca kurtarmıştır kendini.
İnsan iki büklüm olunca rahat eder ana karnında.
Boylu boyunca uzansa da kim rahattır mezarında?
VAV'ın ELİF'le münasebeti ne kadar iyiyse, kainatın dengesi de o kadar düzgündür.
Kim kimi hatırlarsa evvel o ona koşar.
Kainatta tüm cisimler boşlukta dönerken insan belki o yüzden boşlukta kalmamış, Rabbi onu imanla doldurmuştur.Evvelde ELİF'tir, bir ilahi nefesle ahirde VAV olur kainat.
Manayı bilmeyenler VAV diyemez VAV derler..Buna anlamca vaveyla denir.Yani VAV olamadıkları için feryad edenlerin halidir.
ELİF bir ağaç ve insan onun dalıdır.Azrail budadıkça nefesleri daha gür çıkar sesleri.
Her biri Dal olur ve o ağaçtan beslenir. VAV olur o ağacın gölgesine sığınır.Ve ALLAH insana seslenir, Peygamber eliyle ulaşan mesajı hem dal hem VAV ol der insana.
"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiliği emrederler; kötülüğe engel olurlar. Namaz kılarlar, zekat verirler. ALLAH'a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara ALLAH rahmet edecektir. ALLAH şüphesiz güçlüdür, hakimdir."
Başkasının önünde eğilmek ne zordur. Birilerinin emri altına girmek ne ağırdır. Krallara boyun eğmemiş insan görmediği bir varlığa mı itaat edecektir?İnsan kendinin bile farkında değildir iki lam birbirine sarılıp kainatı ayakta tutan sütunlar gibi durmuştur elifin ardında, kainatın gezegenleri yuvarlanıp son harf misali peşinden giderken, insan yolculukta geri kalmanın acısını ne zaman anlayacaktır. Zordadır sığınacak yeri yoktur. Evrene ve seslere kulak verenler duyar yeniden o kutlu çağrıyı;
"Sabır ve namazla ALLAH'tan yardım isteyin. Rablerine kavuşacak ve O'na döneceklerini umanlar ve ALLAH'a gerçek bir saygı gösterenlerden başkasına namaz elbette ağır gelir"
Sonra çağırır insanı, belki cennet kokusunu duyurmak içindir bu davet, belki kendi yanına çağırıyordur.
İşte o ayet: "Secde et, yaklaş!"
Eğil ve ben senin başını göklere erdireyim, yıldızları ayağına sereyim, sana gezmekle bitiremeyeceğin cennetler, sayamayacağın nimetler vereyim demektir bu.
Secde et, VAV ol, vay dememek için la şey olan insan her şey demek olan Rabbinin önünde…!
(Hakan Türkyılmaz'dan alıntıdır)

19 Kasım 2008 Çarşamba

sıkıntınız mı var? 5 dk.nızı ayırın...





Diyelim başınıza istemediğiniz bir olay geldi.


Yıkık, perişansınız.


Kimse ile görüşmek istemiyorsunuz.


Çoğunluk size küsmüş gibi.


Yalnızsınız.


Herkes benden uzak, herkes bana kırgın düşüncesi içinde çöküntü yaşıyorsunuz.


Yalnızlığınızın karanlık mağarasına şu ayet bir güneş gibi doğuyor:


'Rabbin sana ne darıldı, ne de seni bıraktı'(Duha-3)


Kim kırılırsa kırılsın, kim darılırsa darılsın, kim terk ederse etsin.


Rabbim terk etmiyor, kırılmıyor ya, ne gam! ...


Bu ne büyük ferahlık değil mi?...


Başınızda ağır bir dert var.


Sanki hiç bitmeyecek gibi geliyor.


Sanki bu sorun hayatınızın sonunu hazırlıyor gibi.


İşte o an ayet yetişiyor imdada:


'Demek ki, zorluğun yanında bir kolaylık mutlaka var!


Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak var! '(İnşirah-5/6)


Garantiyi veren Allah !...


Hem de ne garanti, her zorlukla beraber bir de kolaylık geleceği 'mutlaka' ifadesi ile pekiştirilip ikna olalım diye iki kere tekrarlanıyor.


Ayet; kolaylığın zorluk içinde saklı olduğunu, çözümün sorunda gizli olduğunu da fısıldıyor.


Bu manayı duymuş olan Niyazi Mısri(k.s) şöyle demiş:


'Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş' Maddi sıkıntınız hat safhada.


Yoksul düştüğünüzü hissediyorsunuz.


İflas ettiniz...


Sıfırı tükettiniz yani.


Nasıl ayağa kalkarım düşüncesi içinde boğulurken ayet size yeni bir ümit veriyor: '


Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allahdilerse lütfuyla sizi zengin kılar.


Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.' (Tevbe-28 )


Bir yakınınız ölümcül hastalıkla yatağa düştü.


Doktorlar fazlaca ümit vermiyorlar.


Çoğu kere Onu nasıl teselli edeceğinizi dahi bilemiyorsunuz.


Gerçek ortada iken moral vermeye çalışmak sanki sahte davranmak gibi geliyor size.


Ciddi bir delil olmalı ki hastanıza siz de inanarak moral verebilesiniz.


Eyyub Nebi var Kuran'da...


Hastalıkların, dertlerin en ağırına müptela olmuş ama sıhhate kavuşmuş.


Onun hali size dayanak oluyor:


Kulumuz Eyyub u da an, o zaman Rabbine şöyle nida etmişti:'


Bak bana, meşekkat ve acı ile şeytan dokundu!


Ve ona, bütün ailesini ve beraberlerinde bir misli daha tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik ki, temiz akıllılar için bir ibret olsun.' (Sad-41/43)


Ama yine de bazı şeyleri yediremiyorsunuz kendinize.


Bir tutamak arıyorsunuz.


Ayet el veriyor size:


'Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa o, hakkınızda hayırlıdır.


Olur ki, siz bir şeyi seversiniz; ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır.


Allah bilir, siz bilmezsiniz.' (Bakara-216)


Rabbimiz , Rasülümüz Muhammed(s.a.v) , Kitabımız Kuran , Yolumuz Sırat-ı Müstakim!... Bizden bahtiyarı yok dünyada! ...


Her ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın zafer ve başarı bizim.


Bunu da kafadan söylemiyoruz, Kuran konuşuyor:Vel Akıbetü lil Muttakin (Kasas-83):


Akıbet(hayırlı son, güzel sonuç) Müttakiler (takvayı kuşananlar, korunanlar, inanca sarılanlar) içindir!...--


12 Kasım 2008 Çarşamba


Modernleşen Hayat Ve Çocuklar

Bizim çocukluğumuz köyde geçmişti, onlar çok güzel günlerdi, çocukluk aslında her zaman güzeldir. Çok eskiden demeyeceğim, bizim çocukluğumuzda, daha köylere siyah-beyaz televizyonlar gelmemişken köy evlerinde toplanırdık. Komşular akrabalar gelir onlar sohbetler eder bizde o tatlı sohbetleri dinlerdik bazen de çeşitli oyunlar oynardık. Kimi zaman da annelerimiz, ninelerimiz, dedelerimiz bize gece yarılarına dek süren destanlar, efsaneler ve hikâyeler anlatırlardı. Biz onları zevkle dinlerdik. Namaz kılmayı ve dualar öğretmeyi de ihmal etmezlerdi.
Ama her şeye rağmen çocukluk çok güzeldi yoksulluğa, fakirliğe rağmen yavan ekmek yemek bile insana lezzet verirdi. Eski çocuklar, belki bizden öncekiler daha da kanaatkârlardı ama bizde birçok konuda küçük şeylerle mutlu olan, bir lastik ayakkabı alındığında sevinen, bir kazağımız olduğunda onunla yatan bir nesildik. Hele birde oyuncak arabamız olduğunda bizden mutlu olan biri yoktu. Bu günler belki yokluktu gariplikti ama her şeyiyle güzeldi o günleri özlemiyorum desem yalan olur.
Yazın köyde işler çok fazla olduğundan çocuklar ya tarlada çalışmak ya da birkaç hayvanın ardında çobanlık yapmak zorundadır. Yazın tarlalarda, kırlarda ve bayırlarda geçerdi günlerimiz. Kuş yuvaların yerlerini öğrenmek bizim için çok gurur verici bir şeydi, yuvaya zarar gelmemesine çok özen gösterirdik. Hatta arkadaşlarımıza yuvayı anlatırken yuvada yumurta varsa taşlar var eğer yavru varsa pamuk var derdik, bu aramızda bir şifre idi nedeni de karıncalar böcekler duyup yuvaya zarar vermesinden korkardık. Yuvanın yıkılmaması çocuklar için o kadar önemliydi. Geçenlerde gazetelerde okuduğum bir haber beni derinden etkiledi. Haberde ülkemizde boşanmaların inanılmaz derecede yükseldiğinden bu boşanmaların yüzde yüzlere çıktığından bahsediyordu. Aklıma yuvası yıkılan çocuklar geldi. Bir kuşun yuvasının yıkılamaması için onca özen gösteren çocuk psikolojisi kendi yuvasının dağılmasını nasıl kaldırabilir, açılan derin yaraların tamiri mümkün mü? Acaba nedir bizi bu duruma sürükleyen?
Gel zaman, git zaman. İnsanlar yavaş yavaş modern yaşama geçtiler. Önceleri radyo girmeye başladı köylere ve güzelim masalların anlatıldığı evlere. Radyo yine belirli saatlerde kapanmayı bildi ve evimizin en güzide köşesindeki yerinde durdu hep. Ama radyo gerektiğinde susmasını bilen ağırbaşlı bir insan edasıyla yaşamını sürdürdü bizimle. O da gece yarılarına kadar süren sohbetlere, eğlencelere ve masal toplantılarımıza bizim gibi sessizce katıldı. Onu hep sevip saydık.
Radyonun bu saltanatı kuşaklar boyu sürmedi. Köylere çok yavaş da olsa televizyon girmeye başladı. Televizyonlar bildiğiniz gibi renkli yayın yapmıyordu. Ekran koruyucu camının durumuna göre renk veriyordu ama koruyucu camı kaldırdığımızda da gözleri kamaştıran siyah ve beyaz renklerinden başka bir şey kalmazdı. Ama bu da bizim o güzelim sohbet, oyun masalarımızı çalmaya yetti de arttı bile. Evlerde masal sohbetleri için yapılan toplantılar yerini ekran karşısındaki sessiz bekleyişe bıraktı. Modernleşme daha da hızlanarak renkli yayın verilmeye başlandı ve bir zamanların satın alınamayan siyah-beyaz ekranları da nostalji olup hızla kayboldular piyasadan. Ama gelin görün ki televizyon, radyo gibi uslu durmadı köşesinde. Mıknatıs gibi insanları kendine çekti. İşten güçten, çiftten-çubuktan etti. Sözü, sohbeti ve masallarımızı bitirdi. Hatta yuvamızı, benliğimizi ve insanlığımızı da bitirdi.
Bu zamanda çocuklar, televizyonun karşısından kalkıp oyun bile oynayamıyorlar, oyunlar sanal, sevgiler sanal, lezzetler sanal, maalesef çocukların sosyal hayatı ve arkadaşlık ortamı bile sanal, inşallah gençlerimiz geçmişini unutmadan özünü kaybetmeden teknoloji ile barışık bilimin ve teknolojinin zirvelerine ulaşırlar.
Hüseyin BAYHAN22 Eylül 2007




6 Kasım 2008 Perşembe

Su gibi..

Su gibi..
Şimdi sen su olduğunu düşün..
Şimdi sen su olduğunu düşün. Su kadar özel, su kadar faydalı ve su kadar çok...
Tükenmez...
İnanıyorum ki, gerçekten de öylesin. Ama ister çesmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak, dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Yani; seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın...
Unutma! Daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin...
Gürültünün parçası olursun sadece. Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünküÿ; su nasılsa burada, lüzum yok ki suyu kana kana içmeye diye düsünürler...
Aynen, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye kadar. Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi suyun durgun yerlerini bulabilmek için, gittiler ve sakin sakin ihtiyaçlarını giderdiler. Onlar için en uygun olan ve kendi istedikleri zamanda...
Sen, hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez...
Ve su gibi hayat kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol, su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!.. Sen bir su ol...
Ama rahmet ol, afet değil! Su isen tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme, sana felaket denmesin! Su isen bir bardağa sığabil ki; damarlara giresin!..
Su yüce Allahın insanlar için yarattığı en büyük nimetlerden biri...
Suya benzediğini unutma! Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi faydalı, su gibi lüzumlu ve su gibi bitmez, tükenmez olduğunu da unutma. Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de kiyametler koparıcı olabileceğini unutma...
Unutma; senin işin rahmet olmak, afet değil ! Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene. Ve yaşayabilirsin dünya dönmesine devam ettiği müddetçe...
Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun; seller, afetler gibi...
Tercih elindeydi hep ve hep de senin ellerinde olacak...
Ya tutmayı öğreneceksin dilini veya hiç durmadan konuştuğun için, sadece bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken şu, değil mi? Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini...
Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin...
Ve konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun kelimeleri seçmeye çalışacaksın...
Ahmak olmayan yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, vakit yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin kıyıya yanaşmasını bekleyeceksin!..
Demeyeceksinki, ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!.. Demeyeceksin ki, aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!..
Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama maalesef değil...
Ağzını açıp şelaleden dökülen suyu içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç ?..
Veya önüne çıikan ağaçları dahi sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü ? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler, beyni olan her yaratık gibi! Hadi... Sen şimdi su olduğunu düşün, ve kendini su gibi hisset...
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı...
Su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez, tükenmez olduğunu hatırla...
Ama yine su gibi bir küçük bardağın içine sığdır ki kendini; girebilmeyi öğren insanların damarlarına. Hayat ver...
Vazgeçilmez ol !!..
alıntıdır..